Türkiye’nin Tarımsal Bilgi Merkezi Hasad Yayıncılık’ın Kurucusu Seyfettin Batal: “1980’Lİ VE 90’LI YILLARDA HERKESİN İTİP KAKTIĞI, HOR GÖRDÜĞÜ ZİRAAT MÜHENDİSLERİ 2000’LERDE TÜRKİYE TARIMINA ÇAĞ ATLATTI”
- Bize kendinizi tanıtır mısınız; nerede doğdunuz, babanız, anneniz ne işler yapardı?
Köylü bir ailenin çocuğuyum. Annem ev kadını, babamın çiftçilikten sonraki mesleği taksi şoförlüğü. Doğum yerim Erzincan’ın Refahiye kazasının Altköyü. Nüfus cüzdanımda doğum tarihim 1 Nisan 1955 olarak yazılı. Ama rahmetli anam “Ağustos’un çıkmasına üç gün vardı, doğdun” derdi. Buna göre demek ki 1954’ün Ağustos’unda doğmuşum, 1955’in Nisan’ında da nüfusa yazdırmışlar.
Doğumumun hayatımda etkileri olduğuna inandığım ilginç bir hikâyesi var. Babaannem beşinci çocuğundan sonra, dedem de ondan birkaç yıl sonra apandis patlaması sonucu vefat edince, babam biri erkek üç kardeşine hem analık hem de babalık etmiş. Önce kendisi evlenmiş, sonra sırasıyla kardeşlerini evlendirmiş. Anam bana hamileyken, babam amcamın düğün borcunu ödemek için gurbete gitmiş. Babam gurbetteyken anam, amcamlarla ekin biçmeye giderken yolda sancılanmış. Geri dönmüş. Evde kimse yok. Konu komşu da tarladalar ve ben ciyak ciyak bağırarak dünya gelmişim. Anam önce göbeğimi kesmiş, sonra yıkayıp kundaklamış.
Ensesi kalın kurdun kendi işini kendisinin görmesi gibi ben de hayatım boyunca hep kendi işimi kendim gördüm. Çalışarak okudum, hiç kimsenin yardımı ve katkısı olmadan iş kurdum. İş yerindeki çoğu elemanların (yazarlar hariç) yapması gereken işleri kendim yaptım. Onlara da her ay bir dünya para verdim. Yani anamın benim göbeğimi kestiği gibi ben de kendi göbeğimi hep kendim kestim.
- Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Eğitim hayatınızdan bahseder misiniz; İlkokul, ortaokul, lise, üniversite…
Çocukluğum her köylü çocuğu gibi yazın arazide kâh mal güderek, kâh çift sürerek, kâh ekin biçerek; kışın da okulda geçti. Ancak benim kaderimi çizen olay, elim daha kalem ve değnek tutmadan önce vuku buldu. 4-5 yaşlarındaydım, Hasan emimin Saler’le onların su kürünündeki (çeşmelerin önündeki yalak, köy evlerindeki su deposu) buzu kırıp yediğimizi ve ardından babamla biri dayım olan iki Yusuf’un beni kızakla hastaneye götürdüklerini hatırlıyorum (Hepsine Allah rahmet eylesin). Ondan sonrası rahmetli anamın anlatımına göre şöyle gelişmiş:
Hastaneye varınca doktor bir iğne yapmış ben ölmüşüm, anam çırpınmaya başlamış. Doktor “atın bunu dışarı” demiş ve bana bir iğne daha yapmış, ben yeniden hayata dönmüşüm. İş hayatım da hem böyle oldu. Kâh battım kâh çıktım. Geçirdiğim bu zatürreden sonra benim adım “marazlı ”ya çıktı.
Bizim oralarda 1950’li ve 60’lı yılarda erkekler yazın rençberlik eder, kışın da gurbete yani İstanbul’a gider, ailenin diğer ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmaya çalışırlardı. Anama göre ben “marazlı” olduğum için rençberlik de yapamam, gurbete de gidip çalışamam. Onun için okuyup; ya ağabeyi Yakup gibi öğretmen, ya da babamın amcaoğlu Hamdi Efendi gibi sağlık memuru olmalıyım. Bunu her fırsatta babamın aklına sokmaya çalışıyordu. Her seferinde de babam; “Nasıl okutacağız? Elde yok, avuçta yok. Bacılarımın çeyiz, gardaşımın da düğün borcu bitmedi daha. Bir ayağım gurbette bir ayağım burada” diyordu.
İlkokulu köyde okudum. Ağustosun son günleriydi, babamla düven sürüyorduk. Babam bir yandan sapları düvenin altına atarken bir yandan da benimle konuşuyordu. “Köye demirci kursu açılacakmış, demirci kursuna mı gitmek istersin, Refahiye’de ortaokula mı?” diye sordu. Gönlüm okumaktan yana değildi. Ama üzerimde hissettiğim çevre baskısıyla “ortaokula gitmek istiyorum” dedim. Babam “Demek adam olmak istiyorsun, o zaman malları çöz de git üstünü giyin gel. Refahiye’ye gidip seni ortaokula yazdıralım” dedi. Böylece istemeye istemeye yeniden okullu oldum.
Babam beni önce Refahiye’de yaşlı bir karı kocanın yanına verdi. Aylık 100 lira ücret karşılığında onlarda yatıp kalkacağım. Ama olmadı, çünkü ev bir odadan ibaretti. Hepimiz o odada yatıyoruz, o odada yiyip içiyoruz ve ben o odada ders çalışıyorum. Sonra babam bana Refahiye’de damı ve zemini toprak bir ev tuttu. 13 yaşındayım yemeğimi kendim yapıyorum, sobamı kendim yakıyorum. İlk yıl böyle geçti.
Ertesi sene babam komşu köyden arkadaşı marangoz Faik Usta’ya, “Yahu Faik! Sen her gün Refahiye’ye gidip geliyorsun. Bu çocukları da götürüp getirsen ya!” diyerek taşımalı eğitimi icat eden adam oldu. Zavallı babam bir yandan beni okutmaya çalışıyor, bir yandan bacıların ve gardaşının düğün borçlarını ödemeye, bir yandan da bize yetmeyen ve yıkılmak üzere olan evlerimizi, ahırımızı ve mereğimizi yenilemeye çalışıyordu. Rahmetlinin ömrü borç ödemek ve bina yapmakla geçti. Babamın bu yalnız cengâverliği tabi benim hiç umurumda değildi.
Uzatmayalım 1969’da ortaokul bitti. O zamanlar bizim orada okuyanlar ortaokuldan sonra öğretmen okulu sınavına girerler kazananlar üç sene Gümüşhane’deki Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra ilkokul öğretmeni olarak atanırlardı. Ben okumayı sevmediğim gibi öğretmenliği de sevmiyordum. Erzincan’a gittim ama Öğretmen Okulu Sınavına girmedim. Sınav sonuçları açıklanınca da “kazanamadım” dedim. Bunun beni okuldan kurtaracağını sanıyordum. Ama beni hem doğurup, hem göbeğimi kesen, sonra da köydeki çocukların hemen hepsinin ebesi, köye gelen ebelerin de zor doğumlarda danışmanı olan; okuma yazma bilmeyen anam yine çözümü bulmuştu. İstanbul’da akrabaların yanında liseye gidecektim.
Beni gönderdikleri akrabamız bana kapılarını kerhen açtı, ama gönüllerini hiç açmadılar. O yüzden ertesi sene babam bir bekâr evi tuttu. Ben de bir işe girdim. Öğlene kadar iş, öğlenden sonra okul. Liseyi de üniversiteyi de çalışarak okudum. Babam senenin 6 ayında İstanbul’da 6 ayında köyde, bir yandan rençberlik bir yandan da bina yapıyor.
- Hangi işlerde çalıştınız? HASAD’dan önceki işlerinizden ve yaşadıklarınızdan bahseder misiniz?
İlk işim bir düdüklü tencere fabrikasındaydı. Burada yazın çalıştım, okul açılınca bir matbaada yarım günlük iş buldum. Öğlene kadar matbaada çalışıyorum, öğleden sonda okula gidiyorum. Bu arada lisede fen bölümündeyim ama edebiyat kolu başkanıyım. Okulun şimdi ismini hatırlamadığım kâtibi, müdür yardımcısı İbrahim Adiloğlu ve ben “Lisemizin Sesi” adıyla bir gazete çıkartıyoruz. Yazıları arkadaşlardan ben derliyorum, İbrahim Hoca kontrol ediyor, kâtip de mumlu kâğıda yazıyor. Teksir makinesinde çoğaltıyoruz. Hesapta öğrencilere satıp masrafını karşılayacağız. Ama bir gecekondu semti olan Kuştepe Lisesi’nin öğrencisinde para nerede!.. Okul Müdürü Suphi Kalafatoğlu her seferinde bize iki paket teksir kâğıdı veriyor ama burnumuzdan da getiriyordu. Gazetecilik taa o zamandan alnıma yazılmış olmalı ki kader üniversitede de beni bu bölüme yönlendirdi.
1973’de lise son sınıftayım. Çalıştığım matbaanın sahibi makineleri memleketine taşıdı. Biz de işsiz kaldık. Bir matbaada iş buldum. Ama tam gün istiyorlar. Müdür yardımcısı Nevzat Türköz’e gittim. “Ben okuldan ayrılacağım hocam” dedim. Başını masadaki evraklardan kaldırmadan alaylı bir ifadeyle “Niyeymiş o?” diye sordu. Durumu anlattım. Cüzdanından bir 100 Lira çıkartıp bana uzattı. “Okulun bitmesine 3 ay var” dedi. “Sana ayda 100 lira yeter. Ben bunu borç olarak vereceğim. Ev sahibine de kira ödeme, seni çıkartmaya kalkarsa bana gel” dedi. “Lise bittikten sonra bazı fakültelerin gece bölümleri var. Gündüz çalışıp gece okula gidebilirsin. Hadi şimdi sınıfına git, bundan da kimseye bahsetme” dedi. Vasat bir öğrenciydim ama tarihten iyi notlar aldığım için Nevzat Hoca beni başarılı bir öğrenci sanıyordu.
Bir ay sonra kapanan matbaadaki ustabaşı Dolapdere’deki bizim bekâr odasına geldi. Başka bir matbaada işe başlamış. “Yarın gel sen de başla” dedi. İkinci ay Nevzat Hoca’nın 100 Lirasını PTT havalesiyle gönderdim. Birkaç gün sonra beni odasına çağırdı. Kızgın bir ifadeyle “Nereden buldun parayı?” dedi. Durumu anlattım. Yumuşadı, “Gerek yoktu ama neyse” dedi. Arkasından devam etti: “Üniversiteye devam edeceksin değil mi?” Mecburen “evet” dedim ve o gün gidip Büyük Dershane’nin büyük boy 15 cm kalınlığındaki test kitabını alıp fırsat buldukça üniversite sınavına hazırlanmaya başladım.
Hem okumayı sevmiyorum, hem de gözüm yükseklerde. Hâkim, savcı veya kaymakam olmak istiyorum. Ama Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri’nin gece bölümleri yok. Zaten aldığım puanın İstanbul Hukuk’a yetmesi de zor. Ankara Hukuk’a falan yetiyor ama İstanbul dışında nasıl iş bulacağım, nasıl okuyacağım?…
Arkadaşım Akın Yılmaz’ın tavsiyesi, patronumun da zorlamasıyla şimdiki adı Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi olan İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nin 4 yıllık Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nun gece bölümüne kayıt yaptırdım. İşletme, iktisat ve bazı mühendislik fakültelerine de puanım tutuyor, ama ben kolay olanı seçtim. Gündüz bir matbaada çalışıyor, akşam da okula gidiyorum.
Çalıştığım matbaanın sahibinin kocası Baha Bey bana “Madem gazetecilikte okuyorsun, git bir gazetede çalış. Böylece mesleğini de öğrenirsin” dedi. Ama kimseyi tanımayan Seyfettin Batal’a hangi gazetede iş verirler? Yine Baha Bey’in tavsiyesiyle “bedava çalışacağım” diyerek gazetelerde iş aramaya başladım. Uzun ve ilginç maceralardan sonra bir gazetenin kapısından içeriye ayağımı soktum. Orada çalışan bir arkadaş başka bir gazetenin tashih servisinde gece işi ayarladı. Bir ay sonra da bedava çalıştığım gazetede de maaş bağladılar. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Gündüz bir gazetede gece bir gazetede çalışıyorum. Üstelik de gece okula gidiyorum. Okulda devam mecburiyeti olmadığı için bir süre sonra okulu boşladım, sadece sınavlara giriyordum. 1977’de bitmesi gereken okul, tek bir dersin sınavına girmeme izin vermeyen solcu arkadaşlarım yüzünden 1978’de bitti.
1980’de MHP’nin yayın organı Hergün gazetesinde çalışıyoruz. 12 Eylül askeri darbesi oldu ve gazetemiz önce geçici olarak, sonra da temelli kapatıldı. Kaldık işsiz! Ziyaretine gittiğim eski patronum rahmetli Enver Ören, “Söyledim, masanı hazırladılar, çık yukarı başla” dedi. Aynı gün Tercüman’dan da çağırdılar. Gündüz Türkiye, gece Tercüman çalışıyorum.
- Hasad Yayıncılık nasıl kuruldu, sizi bu yola sevk eden sebepleri açıklayabilir misiniz?
1981’de kısa dönem olarak askerliğimi yaptım. Askerlik sonrası Enver abi ile bir konuda ters düştüm, o yüzden Türkiye Gazetesi’nden istifa ettim. Tercüman’da devam ediyorum. Ama Enver Abi’ye yine gidip geliyorum çünkü bir gönül bağı vardı. Hergün Gazetesi kapanınca ülkücüler Türkiye Gazetesi’ne yöneldiler. Bir dönemin gençliğini hapishanelerde çürüten 12 Eylül askeri darbesi bazıları için büyük bir fırsat olmuştu. 2000-3000 adet baskısı olan Türkiye Gazetesi’nin tirajı artmaya, Enver Ören’in de işleri büyümeye başlamıştı. Sene 1984, bir gün Enver abi dedi ki; “Gazetenin dışında ne gibi yayınlar yapabiliriz, bana öneriler getir.” O zamanlar ansiklopedi yayını, haber ve magazin dergileri popülerdi. Ama benim kafamda hep bir tarım dergisi vardı. Bunun ilham kaynağı da ortaokul yıllarıma dayanan bir anım ve muhabirlik yıllarımda görüştüğüm köylülerin anlattıkları sorunlardı.
- Neydi o anı?
Bizim Altköyü, Refahiye’nin hem nüfus, hem de arazi bakımından en büyük üç köyünden birisidir. Ama aile başına düşen arazi miktarı çok az ve üstelik de araziler çok parçalıdır. Mesela bizim toplam 50 dönümlük arazimiz 15 parçadan oluşuyordu. Bunun 6 parçası sulanabiliyor, diğerleri kıraçtı. Sulanabilen parçalara fiğ, arpa, yonca ve korunga gibi yem bitkileri, sulanamayan tarlalara da buğday ekerdik. Bir sene fiğ ekeceğimiz tarlaya ekim yapamamıştık. Rahmetli anam da oraya patates ve fasulye ekmişti. O sene verim iyi oldu ve çok patates söktük, hayli fasulye topladık, pazarda da iyi bir fiyata sattık. Onun parasıyla birçok ihtiyacımızı karşıladığımız gibi babam bana bir çift ayakkabı almış, Terzi Hacı’ya da benim için bir paltoyla bir takım elbise sipariş etmişti. O zaman babama dedim ki: “Bu arpa buğdaydan bir şey kazanamıyoruz. Bak, patatesten ve fasulyeden bir dünya para kazandık. Gel şu sulu tarlalara hep patates ekelim.” Babamı bir türlü ikna edemedim. Ama gazeteci olunca köylüye rehberlik edecek, ülkenin tarım politikalarının doğru oluşmasına katkı sağlayacak, çiftçilerin sorunlarını gündeme getirip tartışma ortamı oluşturacak bir dergi veya gazete hayal ediyordum.
Bu düşüncemi Enver Abi ile paylaştım. “Çok iyi olur” dedi. “Bu konuyu enine boyuna araştır ve bir rapor hazırla, oturup konuşalım. Kararımız müspet olursa işin başında sen olacaksın, unutma. Bunun için de çok sevdiğin Tercüman’ı bırakman gerekecek” dedi. Tabi son cümlesini alaylı bir ifadeyle söylemişti. Çünkü Tercüman’a gidişimi bir türlü içine sindirememişti.
Bunun üzerine ben de başta o zamanki Tarım Orman ve Köyişleri Bakanı Sayın Hüsnü Doğan olmak üzere sektörün resmi ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ile görüştüm. Çoğundan olumlu tepkiler ve destek vaatleri aldım. Hatta Bakanlık Müsteşarı Sayın Mustafa Keten’in bu fikirden dolayı beni tebrik ederken bir elimi sıkışı vardı, hiç unutamıyorum. Parmaklarım uyuşmuştu.
Raporu hazırladım ve Enver abiye sundum. Enver abi raporun kapağını bile açmadı. “Biz” dedi, “tarım dergisinden vaz geçtik, bilimsel bir dergi çıkartacağız, tarım dergisini sen çıkart, biz destek olalım.” Müthiş bozulmuştum. Ben emeği ile geçinen biriyim, nasıl dergi çıkartacağım! Üstelik dergi çıkartmak için benden fikir isteyen kendisi! Şimdi sen çıkart diye bana akıl veriyor. Hemen belirteyim; bu adam daha sonra bana rakip iki defa tarım dergisi çıkarttı, ikisini de eline yüzüne bulaştırdı.
Neyse şimdi gelelim asıl konuya. Tarım dergisi fikri görüştüğüm bazı kimselerde de heyecan uyandırmış olmalı ki, bana sık sık derginin ne zaman çıkacağını soruyorlardı. Ben de sanki onlara bir taahhütte bulunmuşum gibi eziliyordum. Bir sohbet esnasında arkadaşlarıma Enver Bey’in yaptığı kalleşliği anlattım. Bir arkadaş “Beraber yapabiliriz” dedi. Sonra o da Enver Bey gibi havlu attı. Arkasından bir başka arkadaş, “biliyorsun” dedi “iki ay sonra toplu sözleşmeden doğan maaş farkları ödenecek. Bunu onunla yapabiliriz.” Bana da mantıklı geldi ve bunun üzerine ben kolları sıvadım. İş para harcama safhasına gelince o arkadaş da havlu attı. Kaldım kendimle baş başa. Yani kendi göbeğimi kendim kesmem gerekiyordu.
Haziran 1985’de ilk sayıyı basılmak üzere matbaaya verdim. Gittim, dergi basılmış. Ama matbaacı vermedi. “Para bir yana dergi bir yana” dedi. Allahtan üç gün sonra bizim maaş farkları ödendi. Parayı götürüp dergiyi aldım ve doğruca Hüsnü Doğan’a çıktım. O sayıda kendisiyle yapılmış bir röportaj da vardı, beğendi. Yayın Dairesi Başkanı Çetin Baydar’ı çağırdı. “Ne gerekiyorsa yapın” dedi ve Bakanlık 900 tane abone kararı aldı. Ben bu 900 abonenin dergilerini iki yıl gönderdim. Ama parasını hiçbir zaman alamadım. Üçüncü sayıda Petrol Ofisi’nden bir reklam geldi, moralim düzeldi. Ama ayakta duracak kadar ne satışımız var ne de reklam desteği. Bastığımız 3000 derginin çoğunu tanıtım amacıyla bedava dağıtıyoruz. Altıncı sayıya geldiğimizde kâğıtçıya ve matbaacıya hayli borçlanmıştım. Tercüman’dan istifa edip aldığım kıdem tazminatıyla borçları kapattım.
1987’de iyice tıkandım. Dergiyi kapatma kararı aldım. Erzurum’dayım. “Ne var ne yok” diye büroyu aradım. Necati Çelik aramış, SAPEKSA’nın Adana’da bir toplantısı varmış, benim için “mutlaka gelsin” demiş. Atladım gittim. Toplantının çay arasında Necati Bey “Gel seni Ağa (Sakıp Sabancı) ile tanıştırayım” dedi. “Boş ver” dedim “Nasıl olsa dergiyi kapatacağım. Ağaya şimdi kapanacak dergiden bahsetmenin anlamı yoktur.” Rahmetli Necati Bey beni ısrarla Ağa’ya götürdü. Ağa “Ben HASAD’ı biliyorum çok güzel bir dergi tebrik ederim seni” dedi. Ben de içimden “Adama bak, amma atıyor! HASAD’ı nereden bilecek? Bilse bile o kadar işinin arasında tarım dergisi mi okuyacak?” diye geçirirken Necati Bey Sakıp Bey’e, “ama” dedi “Seyfettin Bey’in morali çok bozuk. Bakanlık 900 abone kararı almış, parasını ödememiş. Borç gırtlakta, o yüzden dergiyi kapatma kararı almış.”
Rahmetli Sakıp Bey o meşhur Kayseri – Adana karışımı şivesi ile “Necaticiğim o zaman bu çocuğu siz destekleyin. Memleket için hayırlı iş yapıyor” dedi. Ağanın bu sözleri üzerine Necati Bey “Gel” dedi, “Şimdi sen ne istiyorsan onu söyle.” Ağa bu kadar ışık yaktı ya gerisi tamam. “2000 abone” dedim. “Sapeksa benden her ay 2000 dergi alsın, tohumunu satan bayilere ve tohumunu alan çiftçilere hediye etsin. 2000 abone parası beni kurtarır.” Necati Bey “Tamam” dedi, “Benden haber bekle.”
Bunun üzerine ben de kapatma kararımı dondurdum. Necati Bey’den haber bekliyorum. Bir gün sabah erkenden ofisteyim, telefon çaldı. Kaldırdım. “Ben” dedi, “Ali Haydar Taşlı, Sakıp Sabancı’nın özel kalem müdürüyüm”. Heyecanlandım içimden çabuk döndüler inşallah cevap olumludur diye geçirdim. Ama konu bizim 2000 aboneyle ilgili değilmiş. Ali Haydar Bey “Sizin dergiye aboneyiz, okuyoruz. Bizim Emirgan’daki köşkün bahçesinde bazı tarihi ağaçlara bakım yapılacak. Bir de yeni ağaçlar alacağız. Bu konuda bize yardımcı olabilirsiniz diye düşündüm. Böyle bir tanıdığınız var mı?” dedi. Demek Sakıp Sabancı gerçekten bizim dergiyi okuyormuş. Birden gururlandım, müthiş bir havaya girdim. Doğrusunu söylemek gerekirse HASAD’ın o ilk sayıları öyle aman aman da değildi ama insanlar beğeniyordu. Çünkü ABD’de ve Avrupa’da çok güzel tarım dergileri vardı. Demek ki insanlar kendi ülkelerinde de görünce seviniyorlardı. ABD’deki ve Avrupa’daki o dergilere ben de gıptayla bakıyordum. Fakat bir gün onlarınki gibi bir dergi yapabileceğimize hiç ihtimal vermiyordum. Övünmek gibi olmasın, onlardan tercüme ettiğimiz yazılarla daha iyisini yaptık.
Üç gün sonra da Necati Beyden haber geldi. Çıkan dergilerden bir set yapıp Temsa’nın Genel Müdürü Mehmet Kahya’ya götürmemi söyledi. Mehmet Bey de beni rahmetli Özdemir Sabancı’ya götürdü. Rahmetli koca bir gün boyunca dergileri inceledikten sonra dedi ki; “İyi ama hiç bilimsel yazı yok!” Ben de “Çiftçiler köylüler anlamaz diye fazla bilimsel konulara girmiyoruz” dedim. “Türkiye’de çiftçinin köylünün böyle bir dergiyi okuması daha erken. Sen çiftçiyi köylüyü eğitecek olanlara dergi yap. Okursa onlar okur” dedi ve arkasından ilave etti “Ben arkadaşlara bilgi vereceğim, seni arayacaklar.”
Nitekim hemen aradılar ve 2000 dergi aboneliği faturası kestik. O parayla borçları kapattık. Bir miktar da işletme sermayemiz oldu. Derginin içeriğini de rahmetli Özdemir Sabancı’nın tavsiyesi doğrultusunda yeniden düzenledik. Derginin yeni içeriği ziraat mühendisleri ve ziraat fakültesi öğrencilerince de beğenildi. Fakültelerdeki abone sayımız artmaya başladı. Hemen her fakültede bir temsilcimiz oldu. Bunlar HASAD’a abone yapıyorlar, %25 komisyon alıyorlar, bu da onlar için iyi bir gelir oluyordu. Böyle yüzlerce öğrencinin okumasına katkıda bulunduk. Hatta Erzurum Ziraat’te okuyan bir temsilcimiz bizimle tanışmak için yaz tatilinde İstanbul’a gelirken trafik kazasında vefat etmişti. Bu olay beni çok etkilemişti. Sanki kazaya ben sebep olmuşum gibi günlerce vicdan azabı çekmiştim. Bir arkadaşım “Bu çocuğu İstanbul’a sen çağırmadığına göre niye bu kadar kafan takıyorsun” deyince biraz rahatlamıştın.
Burada rahmetli Özdemir Sabancı’ya ilişkin düşüncelerimi de paylaşmadan geçemeyeceğim. Çünkü rahmetli müthiş bir insandı. Benim hem önümü, hem de ufkumu açmıştı. Sabancı’ların o yıllarda tarıma büyük yatırımları vardı. Bir yandan dünyanın önde gelen tohum şirketlerinin tohumlarını Türkiye’ye getiriyorlar. Bir yandan da yerli üretim ve ıslah çalışmalarını başlatmışlardı. Türkiye’de ilk defa bir özel sektör, laboratuvarları, deneme-demonstrasyon istasyonları ve tohum fabrikası olan tarımsal araştırma enstitüsü kurmuştu. Sonra öğrendim, bütün bunların fikir babası Özdemir Sabancı’ymış. Onu tanıdığım için inanılmaz bir mutluluk duymuştum. Ara sıra arar; işlerin nasıl gittiğini, bir ihtiyacımın olup olmadığını sorar, Necati beyle teması kesmememi söylerdi. Suikasta uğradığı zaman dünyam yıkılmıştı. Bana göre bu suikast Sabancılardan çok Türkiye’nin geleceğine yapılmıştır. Bu ülke için yapılacak iyi işlerin, büyük yatırımların önünü kesmek için Özdemir Sabancı’yı ortadan kaldırdılar. Nitekim Rahmetli Özdemir Sabancı’dan sonra Sabancılar tarım sektöründeki bütün yatırımlarını elden çıkartarak tarımdan çekildiler. Bunu hiç kimse de sorgulamadı. Eğer Özdemir Sabancı öldürülmeseydi Türkiye tarımı ve tohumculuğu çok daha büyük mesafeler kat ederdi. Özdemir Sabancı suikastıyla Türkiye tarımına ve gelişmekte olan tohumculuğuna büyük darbe vuruldu. Kimse bu suikastın arkasındakileri araştırmadı. Allah Sakıp Bey’e de, Özdemir Bey’e de, Necati Çelik’e de gani gani rahmet eylesin.
Burada şimdi yeri gelmişken bir de rahmetli Adnan Kahveci’yle ilgili anımı paylaşmak istiyorum. Çünkü ben Kahveci’nin ölümünün de kaza olmadığına, suikast olduğuna, bu suikastın da Özdemir Sabancı suikastı gibi Türkiye’nin geleceğine yapılmış bir suikast olduğuna inanıyorum.
Bir gün sekreterim “Seyfettin Bey ,Maliye Bakanı Adnan Kahveci sizinle görüşmek istiyormuş, sekreterini bağlıyorum” dedi. Ben “Kızım birileri şaka yapıyordur. Maliye Bakanı benimle ne görüşecek, kendisiyle tanışıklığımız yok” dediysem de telefon bağlandı ve hakikaten arayan Maliye Bakanı Sayın Kahveci’ydi. “Seyfettin Bey Güzel bir dergi çıkartıyorsunuz. Ben de severek takip ediyorum” dedikten sonra konuya girdi. “Tütün alım fiyatını düşük açıkladık diye bu ay zehir zemberek bir yazı yazmışsınız. Size böyle politik konulara girmemenizi tavsiye ederim. Bu dergiyi yıpratır. Onun yerine köylünün, çitçinin gelirini nasıl arttırabiliriz, Türkiye tarımını nasıl geliştirebiliriz bu konularda projeler üretin gelin bunları tartışalım. Bakın bir akasya balcılığı projesi var. Bu projeye dergi olarak sizin de büyük katkınız olur. Ankara’ya geldiğinde uğra da görüşelim” diye sözlerini noktaladı. Birçok kimsenin balıklama atlayacağı bu daveti o zaman ben Maliye Bakanlığı’nın arıcılıkla ne alakası var düşüncesiyle “Hay hay Bakanım” diyerek baştan savma aymazlığını yaptım. Aradan birkaç ay geçti, Hükümet değişti, rahmetlinin de bakanlığı son erdi. Tesadüf bu ya, Ziraat Mühendisleri Odası’nın bir panelinde rahmetli yanıma geldi, “Seyfettin Bey söz verdin, gelmedin. Artık bakan değilim, ama önemli değil. Şu akasya balcılığı projesini bir ara konuşalım.” Ben yine “Tamam beyefendi” diyerek baştan savdım. Bu görüşmeden iki ay sonra da o kaza meydana geldi.
Kazadan altı ay sonra da bize arıcılık yazıları yazan Nizamettin Kayral çıkageldi. Birbirimize üstat diye hitap ederdik. “Üstat” dedi “Rahmetli Kahveciyle ilgili bir anım vardı. Onu yazdım, eğer ilgini çekerse yayınlarsın”. Ben “Ya rahmetli bana bir akasya balcılığı projesinden bahsediyordu. Böyle bir proje mi var, nedir bu” diye sordum. Nizamettin Bey “Anım işte o projeyle ilgili” dedi ve makaleyi önüme koydu.
Nizamettin Bey, Türkiye arıcılığına büyük hizmetleri olan emekli ziraat teknisyeniydi. Birçok emekli gibi köşesine çekilip günü gün etmek yerine bir yandan İstanbul’un göbeğinde Bakırköy’deki evinin balkonunda ve Tekirdağ’daki yazlığının bahçesinde arıcılık yapıyor, bir yandan da arıcılık kitapları ve HASAD’a makaleler yazıyordu. Kitapların satışı konusunda Defterdarlıkla ihtilafa düşmüş. Bunun üzerine Maliye Bakanına bir mektup yazmış, mektuba da kitaplarından birer tane eklemiş. Kayral’ın mektubuna eklediği kitaplarını o zaman biz de alıp satıyorduk. Bunlardan Yeni Teknik Arıcılık isimli kitap tam 800 sayfaydı. Kitabın bir yerinde, bir arıcılık sempozyumunda Macaristan’daki akasya balcılığı anlatılıyormuş. Akasya çiçeği dünyada en çok bal veren çiçekmiş, ama bir hafta olan çiçeklenme süresi arıya bal yapması için yeterli değilmiş. Macarlar 1930’lu yıllarda akasyanın birer hafta arayla çiçek açan beş çeşidini geliştirmişler. Arıcılardan da kovan başına birer lira vergi alarak ülkenin yol kenarlarına kıraç alanlarına geliştirdikleri bu akasya çeşitlerini dikmişler ve ülkede akasya ormanları oluşmuş, arıcılar da yüksek verim almaya başlamışlar.
Kitapta bu konuyu okuyan rahmetli Kahveci, hemen Tarım Bakanlığını aramış. “Nedir bu akasya balcılığı” diye sormuş. Bakanlık yetkilisi “Akasya orman ağacıdır bizim bilgimiz yok, Orman Genel Müdürlüğü’ne sorun” demiş. Orman Genel Müdürlüğü’ndeki ilgiliden de “Biz akasyayı ağaçlandırmada kullanırız ama çiçeğiyle böceğiyle uğraşmayız, üstelik aracıları da sevmeyiz. Yangına sebep olduklarından bizim için tehlikelidirler” cevabını alınca, Budapeşte Büyükelçimizi arar ve “Macaristan Tarım Bakanlığı’na git şu akasya balcılığıyla ilgili bilgileri al, bana dönüş yap” der. Büyükelçimiz Macaristan Tarım Bakanına gider, durumu anlatır. Macaristan Tarım Bakanı akasya balcılığıyla ilgili bilgilerle birlikte geliştirilen beş akasya çeşidinden rahmetli Kahveci’ye 200.000 adet tohum gönderir. Rahmetli Kahveci de gerekli şekilde değerlendirilmesi için bu tohumların bir kısmını Tarım Bakanlığı’na, bir kısmını da Orman Genel Müdürlüğü’ne aktarır.
Biz Kayral’ın konuyla ilgili makalesini yayınladık, arkasından da “Kahvecinin akasya tohumları ne oldu?” diye sorduk. Tarım Bakanlığı’nın ve Orman Genel Müdürlüğü’nün birçok teşkilatından “Bize gönderilmişti, bahçeye diktik. Falanca yerde orman yanmıştı oranın yeniden ağaçlandırılmasında kullandık” gibilerinden bilgiler geldi. Bu bilgiler Rahmetli Kahveci’nin 200.000 akasya tohumunun çarçur edildiğini gösteriyordu. Ama öte yandan ne oldu biliyor musunuz? Bu konuyla ilgili haberlerimizi yapan ve o zamanlar Kahramanmaraş Ziraat Fakültesi’nde öğrenci olan temsilcimiz Mücahit Paksoy’a Macaristan’daki bir üniversiteden davet geldi. Paksoy, Yüksek Lisans için Macaristan’a gitti, birer hafta arayla çiçek açan beş akasya çeşidini geliştiren kişiyle tanıştı ve bana “Seyfettin Bey bu kişi Türkiye’ye gelmek istiyor” dedi. Ben de Tarım Bakanlığındaki ilgililere söyledim ama kimse ilgilenmedi.
Sözün kısası Özdemir Sabancılar, Adnan Kahveciler kolay yetişmiyor, ama ne yazık ki çok kolay harcanıyor ve ülkemiz de bu gibi insanların üreteceği değerlerden mahrum kalıyor.
- Başlangıçta hedeflediğiniz nokta neydi, geldiğiniz nokta, başlangıç hedeflerinizin ne kadarını oluşturuyordu?
Tabi başlangıçta hedefim çok büyüktü. On binlerce tirajı olan bir dergi hedefliyordum. Ama işin içine girince bunun bir hayal olduğunu gördüm. Fakat bir ihtiyaç ve bilgi açlığı da vardı. Hedeflerim arasında kitap yayını yoktu. Fakat o zamanlar doçent olan Prof. Dr. Ahmet Nedim Yüksel Hoca bir gün “Seyfettin benim bir Plastik Örtü Kurma Teknikleri kitabım var bunu basabilir misiniz?” dedi. Bastık. Onu rahmetli Himmet Bey’in hazırladığı Sebze Üreticisinin El Kitabı takip etti. Arkasından bize arıcılık yazıları gönderen Enver Öder, Bal Arılarının Beslenmesi isimli kitabını basmamızı istedi. Derken kitap işine de girdik. Dergiden para kazanamıyorduk ama kitaptan üç beş kuruş damlıyordu. O yüzden dergi ve kitap işini birlikte götürmeye başladık. Ahmet Nedim Yüksel Hoca’ya hazırlattığım Bitkilerin Su ve Gübre İstekleri isimli bir kitapçığı derginin promosyonu olarak bastık ve abonelere hediye ettik. Büyük ilgi gördü. Sektör bilgiye açtı. HASAD olarak bu açığı kapatabilirdik. Ama yeterli sermaye ve kadro yoktu.
Bir gün Anadolu Tohum’un sahibi Sayın Yavuz Batur Kısa adı INRA olan Fransa Tarımsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Domates Hastalıkları isimli bir kitabından bahsetti. Bu kitaba Türkiye’nin çok ihtiyacı olduğunu, birçok kimsenin Fransızca bilmediği halde sırf resimleri için satın aldığını ve HASAD’ın bu kitabın Türkçe basımını yapmasının çok yararlı olacağını söyledi. Ama bende sermaye yok. Tıp ve elektronik yayınları yapan Yüce Yayınları’nın sahibi olan arkadaşlarımdan maddi destek alarak 1993 yılında bu kitabın Türkçe basımını yaptık. Büyük ilgi gördü. Ben de para kazanmaya başladım. Onu aynı enstitünün Kabakgiller Hastalıkları kitabı takip etti.
Kabakgiller Hastalıkları kitabının basımı da çok ilginç oldu. Domates Hastalıkları’nı Yüce Yayınları’nın desteği ile basmıştım. Kabakgilleri de kitap çıkmadan aldığım siparişlerin parası ile finanse ettim. Bu iki kitap beni maddi darboğazdan kurtardı, derginin de önünü açtı. Bütün dünyanın kullandığı bu iki kitabın başka dillerdeki basımı Türkçe baskısından sonra yapıldı.
1980’li yıllar Türkiye’nin zor yıllarıydı. IMF dayatmalarıyla kamuya eleman alınmıyordu. O zamanlar bugünkü gibi bir özel sektör de yoktu. Toplam firma sayısı 80-90 civarındaydı. Bunların da önde gelenleri TİGEM, TMO, TZDK, Türkiye Yem Sanayii, Gübre Fabrikaları vs. gibi kamu kuruluşlarıydı. Geri kalanını da zirai ilaç sektöründeki çoğu yabancı kökenli tarım ilacı firmaları oluşturuyordu. Kamuya eleman alınmayınca ziraat mühendisleri de işsiz kalıyordu. Bu yüzden de 1960’lı – 70’li yıllarda Türkiye’nin en gözde fakülteleri olan ziraat fakülteleri 1980’li yıllarda üniversite sınavına giren öğrencilerin en son tercihi oluyordu. Mevcut ziraat mühendisleri iş bulamazken, yeni ziraat fakültelerinin açılması da eleştiri konusuydu. Bir diğer eleştiri konusu da mezun olan ziraat mühendislerinin mesleki bakımdan yetersizliğiydi. Ama o ziraat mühendisleri bizim yani HASAD’ın yönlendirmesiyle Türkiye tarımının önünü açtılar. Daha açık bir ifadeyle 2000’li yılların başında Türkiye tarımına çağ atlattılar.
- O nasıl oldu, biraz açar mısınız?
1985’e kadar Türkiye tarımı dünyaya kapalıydı. Ülkenin tohum ve damızlık ihtiyacı TİGEM’ler, gübre ihtiyacı da Türkiye Gübre Fabrikaları tarafından karşılanıyordu. Ancak yurt dışında hızla gelişen yeni tarım teknikleri ve teknolojisi vardı. Türkiye bu teknolojinin ürünü olan yüksek verimli tohumlardan, damla sulama gübreleri, yaprak gübreleri, iz elementler gibi bitki besleme ürünlerinden yararlanamıyordu. Çünkü başta tohum olmak üzere birçok tarımsal girdinin ülkeye girmesi yasaktı, girenler de çok pahalıydı. 1985’ten itibaren bu yasaklar peyderpey kalktı. Ama pahalı oldukları ve bazı çevrelerin de tutuculuktan kaynaklanan propagandaları yüzünden çiftçilerimiz ve üreticilerimiz bunlardan başlangıçta yararlanamadılar. Örneğin hibrit tohumlar hem pahalıydı, hem de bunların aleyhinde olanlar vardı. Bunlardan bazıları hibrit tohumların yeni bir sömürü aracı olduğunu iddia ederken, bazıları da bu tohumların üretiminin yüksek teknolojiyi gerektiğini, bu teknolojiye de Türkiye’nin sahip olamayacağını, o yüzden de hep dışarıya bağımlı kalacağımızı savunuyorlardı. Öte yandan damla sulama ve yaprak gübreleri gibi yeni nesil bitki besleme ürünleri yurt dışından ithal ediliyordu. Ama üreticilerimizin bunların satın alabilecek mali güçleri yoktu.
Biz ABD’de ve Avrupa’da yayınlanan tarımsal dergileri ve kitapları tarayarak hibrit tohum teknolojisi ve yeni nesil bitki besleme ürünleriyle ilgili makaleleri ve yazıları HASAD Dergisi’nin sayfalarına taşıdık. Bu makaleler 2000’li yıllara kadar herkesin itip kaktığı, hor gördüğü ziraat mühendislerimize rehber oldu. Bu ziraat mühendislerinin bazıları bitki ıslahına ve hibrit tohum üretimine, bazıları da damla sulama gübresi, yaprak gübresi ve iz elementler gibi yeni nesil bitki besleme ürünlerinin imalatına yöneldiler. Islaha yönelenler hibrit tohum üretiminin iddia edildiği gibi imkânsız olmadığını ispatlarken, bitki besleme ürünleri imalatına başlayanlar da merdiven altı üretimlerini zamanla fabrikalara taşıdılar. Böylece Türkiye’de kamuya ait gübre fabrikalarının dışında bir gübre sanayii oluştu. Bugünkü Türkiye tohumculuğunun ve bitki besleme sektörünün temelleri işte böyle atıldı. O temellerin harcında 1980’li – 90’lı yılların mezunları ziraat mühendislerinin emekleri, HASAD’ın da dünya literatüründen onlara aktardığı bilgiler vardır.
- Yayıneviniz kaç kitap bastı? Toplam baskı ve satış rakamlarını paylaşabilir misiniz?
Bugüne kadar bastığımız kitap sayısı sanıyorum 90 civarında. Ama bunların toplam baskı ve satışıyla ilgili bir rakam vermem mümkün değil. Çünkü her kitabın baskı miktarı farklıydı. Ayrıca bazıları tek bir baskı yaparken bazılarının iki, üç hatta dört-beşinci baskısı olan kitaplar vardı.
- Hasad Dergileri kaç sayı yayımlandı, toplam baskı ve dağıtım rakamlarını paylaşabilir misiniz?
HASAD Dergisi aylık olarak yayınlanıyordu, ilk sayısı Haziran 1985’de çıktı. 2003 yılına kadar tek dergi olarak yayınlandı. 2003’ten itibaren HASAD BİTKİSEL ÜRETİM, HASAD HAYVANCILIK diye iki ayrı dergi olarak yayınlanmaya başlandı. Çünkü okuyucu böyle istiyordu. Yani hayvancılık yapmayan üretici ve ziraat mühendisi okuyucularımız, “hayvancılık yazılarının yayınlandığı sayfalara ben niye para vereyim” diyordu. Biz de onunu üzerine hayvancılığı ayırdık.
Burada yeri gelmişken şunu söylemek isterim. Bitkisel üretimle hayvancılık etle tırnak gibidir. Bunların birbirinden ayrılmaması gerekir. Çünkü hayvancılığın bitkisel üretime, bitkisel üretimin de hayvancılığa verimi arttırması ve maliyetleri düşürmesi bakımından büyük katkıları vardır. Yani bitkisel üretim yapan bir köylünün veya çitçinin de mutlaka birkaç tane hayvanı olması gerekir. Hayvancılık yapanların da kendi yemini kendisinin üretmesi şarttır. Ama Türkiye’de hayvancılık yapanlar kaba yemi de kesif yemi de dışarıdan aldıkları için ekonomik üretim yapamıyorlar. O yüzden Türkiye bugün kırmızı et ihtiyacını besi danası ithalatı gibi garip bir uygulamayla karşılamaya çalışıyor.
Şimdi tekrar konumuza dönecek olursak HASAD BİTKİSEL ÜRETİM aylık olarak yayınlanıyor, HASAD HAYVANCILIK iki ayda bir çıkıyordu. Gıdayla ilgili konular da HASAD HAYVANCILIK’ta yer alıyordu. 2005 yılında gıdayı da ayırdık ama HASAD GIDA uzun ömürlü olamadı, 2011’de kapandı. HASAD BİTKİSEL ÜRETİM ve HASAD HAYVANCILIK ta 2014 yılı sonunda benim yorgunluğum ve başka sebeplerden dolayı yayın hayatından çekildiler. Özetle söylemek gerekirse HASAD Dergisi 1985’den 2014’e kadar aralıksız 355 sayı yayınlandı.
- Ziraatçı olmadığınız halde tarımın ihtiyacı olan konularda ihtiyacı karşılayacak tarzda yazılar, kitaplar yayınlıyordunuz. Doğru içeriği, doğru yazarı nasıl tespit ediyordunuz?
HASAD Dergisi’ni çıkarttığım zaman Türkiye’de her sektörde olduğu gibi tarım sektöründe de pek fazla okuma alışkanlığı yoktu. Ben uzun yıllar “Ne yazarsak bu insanlara okutabiliriz?” sorusunu cevabını aradım. Bu sorunun cevabını ararken onların hangi bilgiye ihtiyaçları duyduğunu öğrendim ve kitapların içeriğini ona göre belirledik. 30 yılı aşkın tarımsal yayın hayatım boyunca şanslı olduğum tek konu yazarlardı. Birçoğu da rahmetli olan bu değerli insanların şimdi burada hepsinin isimlerini tek tek saymam mümkün değil, ama onlar mı beni buldu, ben mi onları buldum bilemiyorum. Hepsiyle birlikte güzel işler yaptık, ülkemize değerli hizmetler verdik. Ben onlardan memnunum, inşallah onlar da benden memnundurlar. Hayatta olanlara sağlıklı uzun ömürler, vefat edenlere de Allah’tan rahmet dilerim. Mekânları cennet olsun. İnşallah öbür dünyada cennete de birlikte oluruz.
- HASAD kitapları ve HASAD dergileri ile ilgili yaşadığınız önemli anekdotları bizimle paylaşır mısınız?
O kadar çok ki hepsini de paylaşmak mümkün değil. O yüzden bir iki tanesini kısaca anlatayım.
1990’lı yıllardı. Bir sabah Antalya Tarım Fuarı’ndaki standımıza gittiğimde iki seyahat çantası vardı. “Bunlar da kimin?” diye söylenirken, arkadan birisi “Benim!” dedi ve “Himmet Bey’le Seyfettin Bey’i görmek için geldim” diye ekledi. “Himmet Bey şu anda yok, Seyfettin Bey benim. Ne yapacaksın?” diye sordum. Benden birkaç yaş da büyük olduğunu tahmin ettiğim adam “Verin elinizi öpeceğim!” diyerek ellerime sarıldı. “Dur kardeşim, niye elimi öpüyorsun? Üstelik sen benden herhalde büyüksün!” dedim.
Adam Van’ın Muradiye ilçesinden geliyormuş. İlçede bakkal dükkânı varmış. İlçe Tarım Müdürü demiş: “Sana bir sera yapalım da sebze yetiştir. Diğer köylülere de örnek olsun.” O da demiş ki; “Arazimiz falan var ama ben o işleri bilmem Müdür Bey.” Müdür “Ben sana öğretirim” demiş ve serayı kurduktan sonra da bizim Sera Üreticisinin El Kitabı ile dergilerden birer tane vermiş. Adam bunları okuyarak serada marul yetiştirmeye başlamış, ürününü de kendi deyimiyle askeriyeye satarak güzel para kazanmış, işleri büyütmüş zengin olmuş. Bu zenginliğini de bize borçlu olduğunu düşünerek Himmet Abiyle benim elimi öpmeye gelmiş. O gün benim hayatımın en mutlu anıydı, çünkü babamı ikna edememiştim ama Van’lıya rehber olmuştuk. Böylece HASAD’ı çıkartmaktaki amacıma ulaşmıştım.
Bir diğer anekdot da yine Antalya Tarım Fuarlarından birindeydik. Bir sohbet esnasında genç bir ziraat mühendisi, “Seyfettin Bey; ziraat mühendisliği diplomasını fakülteden aldık ama ziraat mühendisliğini HASAD’dan öğrendik. O yüzden size müteşekkiriz” demişti.
Hiç unutamadığım bir anım da yurtdışıyla ilgili. Yanlış hatırlamıyorsam yine 90’lı yıllardı. Kanadalı bir firmadan şöyle bir faks geldi: “Türkiye’de tarım ilacı imalatı ve ithalatı yapan firmalarla temas etmek istiyoruz. Bu isteğimizi Ottava Büyükelçiliğinize iletmiştik. Sizin adresinizi verdiler ve bize yardımcı olabileceğinizi söylediler. Bize bu firmaların adreslerini gönderebilir misiniz?” Kanadalı firmanın bizden adreslerini istediği firmalar, üretim ve ithalat iznini Tarım Bakanlığı’ndan alıyorlar. Yani kayıtları orada tutuluyor. Öte yandan bu firmaların bir de dernekleri vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Ottava Büyükelçiliği kendisinden bu firmaların adreslerini isteyen firmaya Tarım Bakanlığı’nın veya Tarım İlaçları Derneği’nin değil de bizim adresimizi veriyordu. Bu bizim için gurur verici bir olay ama devlet açısından kelimenin tam manasıyla bir skandaldı.
Çok enteresan, aynı günlerde okuyucumuz olan bir işadamına patates işleme makineleri lazımmış. Bize geldi. Biz de Hollanda ve Almanya Tarım Bakanlıkları’ndan patates işleme makinaları üreten firmaların adreslerini istedik. İki ülkeden de ertesi gün hem bu firmaların adresleri hem de bağlı bulundukları derneklerin adresleri geldi. İşte bizimle onlar arasındaki fark.
- Anadolu’nun birçok köşesinde önder çiftçilerde, ziraat mühendislerinde kitaplarınızı, dergilerinizi görmek nasıl bir duygu?
Peygamberimiz “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” demiş. Ben de yayınladığımız kitaplara ve dergilere bakınca hep bu hadisi hatırlıyor ve huzur duyuyorum.
- Fuarlarda karşılaştığınız olumlu ya da olumsuz tepkiler oluyor muydu?
Tabi ki olumlu tepkiler çoktu. Yukarıda da iki örneğini anlattım. Bunlara daha yüzlercesi eklenebilir. Olumsuz tepkiler yok denecek kadar azdı, mesela yabancı kaynaklardan tercüme ettiğimiz yeni üretim teknikleri konusundaki yazılara ilişkin bazı okuyucular, “Bunların Türkiye’de uygulaması yoktur, niye boşuna yazıyorsunuz” diyorlardı. Ama aynı kişilerden bazıları birkaç yıl sonra gelip “Ben önceleri bunları yazmanıza karşı çıkmıştım fakat yanılmışım, iyi ki de yazmışsınız” diyordu.
Bir de HASAD BİTKİSEL ÜRETİM Dergisinde son yıllarda reklam sayısı bir hayli artmıştı. Bunu eleştirenler ve şikâyet edenler vardı.
- Dergilerde ele alınan konular ve eleştirilerin Bakanlıkta yansımaları oluyor muydu? HASAD dergilerinin Türk tarımına, Bakanlık politikalarına, çiftçiye yansımaları/etkileri hakkında düşünceleriniz nelerdir?
HASAD Dergisinin yayın hayatına atıldığı 1985’den kapandığı 2014’e kadar sanıyorum 13 tane Tarım Bakanı geldi geçti. Bunların içinde rahmetli Mustafa Taşar hariç hiçbirisi beni sevmedi ve HASAD’la da barışık olmadılar. Eleştirmeyeyim diye araya müsteşarını koyan bakanlar oldu. Hep kendilerini övmemizi, yaptıkları yanlışları doğruymuş gibi alkışlamamızı beklediler. Onların yanlış politikaları Türkiye tarımına çok pahalıya mal oldu ve olmaya da devam ediyor.
Bunların yanlış politikaları yüzünden Türkiye 1980’li – 90’lı yıllarda sütü memede ithal etti. Mercimek üretimi ihtiyaçtan fazla diye ekim alanlarını daralttılar. Fındık üretimi fazla diye üreticiye tazminat ödeyerek fındık bahçelerini söktürdüler. Türkiye bugün dünyanın en çok kırmızı et ve mercimek ithal eden ülkesi. Yakında fındık da ithal edersek şaşmayın.
Bazı zamanlar eleştirilerimiz ve önerilerimiz doğrultusunda bir şeyler yapılmaya çalışıldı, ama maalesef arkası gelmedi. Örneğin yıllardan beri Türkiye’nin kırmızı et sorunun çözümünün küçükbaş hayvancılıkla mümkün olacağını yazıyoruz. Bunu hayata geçirmeye kalktılar ama yapamadılar. İnsanlara 100-200 koyun vermeye kalktılar. Çok büyük yanlış. Türkiye’nin tarımına yön verenlerin atasözlerinden bile haberleri yok. Atalarımız “Arı birden, koyun 10’dan ürer” demişler.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bana göre artık çok da anlamı yoktur.
- Bir tek rahmetli Mustafa Taşar ile aranız iyiydi herhalde…
Ha, yok öyle bir şey. Zaten kendisi 6 ay gibi kısa bir süre bakanlık yaptı. Tanışmaya bile fırsatımız olmadı. Sadece bir tarım fuarında standımızı ziyaret etmiş ve yayınlarımızı görünce, “Bakanlık olarak bizim yapmamız gereken işi siz yapıyorsunuz!” diyerek bizi tebrik etmişti. Adamın yaptığı tek icraat ekmeği poşete sokmaktı. Bizim Devlette hiçbir işin sürdürülebilirliği olmadığı için o da tutmadı.
- Kitaplarınızdan ya da dergilerinizden aldığı bilgilerle üretim yapıp zarar gören, olumsuzluk yaşayan oldu mu?
Böyle bir şey olmadı, olamazdı da. Çünkü bizim yazar kadromuz, konusunda uzman ve donanımlı kişilerden oluşuyordu. Bunların üreticinin zarar edeceği şekilde ona yanlış bilgi aktarması söz konusu olamaz. Mesela bir Prof. Dr. Eftal Düzyaman’ın, bir rahmetli Himmet Kaygısız’ın böyle bir hata yapması düşünülemez. Öte yandan dergilerin yazıları ve kitaplar da birçok kontrolden geçerek yayınlanıyordu. Ufak tefek, özellikle yazım hatalarımız oluyordu. Ama bunlar için de derginin bir sonraki sayasında düzeltme yayınlanıyor. Kitapların içine de doğru yanlış cetveli konuyordu.
- Sizce Türk tarımında HASAD YAYINCILIK’ın, dergilerinizin rolü nedir? Bu görev tamamlanmış mıdır? Yapılması gereken yeni şeyler var mıdır?
HASAD YAYINCILIK hem dergileriyle, hem de kitaplarıyla Türkiye tarımın önünü açtı dersem abartmış olmam. Çünkü HASAD Dergisi’nden önce Türkiye tarımı bir kapalı kutuydu. Gübre Fabrikaları bir iki çeşit gübre üretiyor. Üretici tarlasını sürüyor, ekiyor, belli dönemlerde gelişigüzel gübreleme yapıyor. Hasat zamanı kaldırdığı ürünün bir kısmını satıyor, bir kısmını kendi ihtiyacına ayırıyor, bir kısmını da ertesi seneye tohum olarak bırakıyor.
Hâlbuki dünyada; toprak işlemeden sulamaya, gübrelemeden zirai mücadeleye birçok konuda yeni yöntemler, yeni üretim teknikleri, yeni çeşitler vs. bir sürü yenilikler vardı. Biz HASAD olarak bir pencere açtık, ziraat mühendislerimiz ve önder çiftçilerimiz o pencereden baktılar, bir başka dünya olduğunu gördüler. O dünyadaki yeni yöntemler, yeni üretim teknikleri, yeni çeşitler böylece Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin parçalı arazi yapısının tarla tarımına uygun olmadığını, buralarda meyve ve sebze ziraatının daha ekonomik olacağını yazdık. Bunun üzerine üreticilerimiz meyve ve sebze tarımına yöneldiler. Bu bakımdan meyve ve sebze tarımın gelişmesine büyük katkılarımız oldu.
Ben ve yazar arkadaşlarım ülkemize ve Türkiye tarımına büyük hizmetler yaptığımıza inanıyorum. Bu açıdan baktığımızda HASAD görevini yapmıştır. Ama ben HASAD Dergilerini kapattığım zaman bir okuyucu: “Seyfettin Bey HASAD’ı siz kurdunuz, ama O Türkiye’nin malı oldu. O yüzden bunu kapatamazsınız, bunun devamını sağlayacak bir yöntemi bulmalısınız!” demişti. Fakat benim içinde bulunduğum şartları bilmiyordu. Maalesef Türkiye’de kamuoyu da ülkeliyi yönetenler de ülkeye mal olan kurum ve kuruluşları sahiplenmiyorlar. Bunun en bariz örneği Sapeksa’ydı. Sabancıların ve Koç grubunun tarımdan çekilmeleri, bazı yerli sebze tohumu şirketlerinin yabancılar tarafından satın alınmasıydı. Bana göre bunlara devletin müdahil olması gerekirdi. Tarım Bakanlığı yetkilileri bana “HASAD Dergilerini niye kapatıyorsun?” diye sormazlardı, tam tersine sevindiler. Ama onca yatırımdan sonra tarımdan çekilen Sabancılara da, Urfa’daki süt üretim çiftliğini kapatan Koç Grubuna da “Niye çeliyorsunuz, niye kapatıyorsunuz ?” sorusu sorulmalı ve onların önleri açılmalıydı.
Yapılması gereken yeni şeyler tabi ki her zaman vardır. Biz HASAD olarak Türkiye’nin tarımdaki yeni çeşitlerin, yeni teknik ve teknolojilerin transferi için ziraat mühendislerimize ve müteşebbislere ışık tuttuk. Onlar da bunu gerçekleştirdiler. Bundan sonra yapılması gereken teknoloji üretimidir. Türkiye tarımsal üretimini sürekli girdi, teknik ve teknoloji ithalatıyla sürdüremez. Bunları artık kendisi üretmesi lazım. Türkiye nüfusu hızla artıyor. Öte yandan çok aşırı bir şekilde dış göç alıyoruz. Ama tarımsal üretimimiz aynı oranda artmıyor. Tam tersine azalıyor. Çünkü yeni nesil; toprakla, hayvanla uğraşmak istemiyor. Daha kolay işlere kaçıyor. Türkiye’nin tarım arazilerinin büyük bir bölümü ekilmiyor. Uruguay’dan besi danası ithal ederek kırmızı et ihtiyacınızı uzun yıllar karşılayamazsınız. Susamı, cevizi, bademi ithal ediyoruz. Üretimi artıracak, yeni nesli toprağa yönlendirecek politikalar üretmek zorundayız. Bunun için de deneyimli insanlardan yararlanılmalıdır.
- Yüzlerce fuara katıldınız, tarım fuarlarında okuyucularınızla buluştunuz. Hedef kitleniz ile ilgili bir değerlendirmeniz var mı? Tarım sektöründe gün geçtikçe daha çok bilgiye sahip bir nesil mi yetişiyor? Daha baştan savma bilgilerle, donanımsız bir nesil mi yetişiyor?
Yeni neslin önünde çok daha iyi imkânlar var. Ama yazılı materyalden giderek uzaklaşılıyor. Bu da bana göre sağlıklı değil. Özellikle internet ortamı çok aldatıcı. Hangi bilginin doğru, hangi bilginin yanlış olduğu belli değil. Bir kirlilik var. Bu kirliliğin içinde doğruya ulaşmak çok zor. Manen amaçsız, idealsiz, daha çok para kazanmaya odaklı bir nesil geliyor.
- 1985 yılına geri dönseniz neler yaparsınız? Yaşadığınız bütün tecrübenize dayanarak genç bir yayıncıya önerileriniz nelerdir?
1985’e dönebilsen yine aynı şeyleri yapardım. Ama HASAD Dergisini bir finans kaynağı, özellikle işletme sermayesi bulmadan çıkartmazdım. Aynı yazar kadrosuyla devam ederdim ama diğer elemanlar konusundaki politikam başka olurdu. Akrabalarıma maddi yardımda bulunurdum, fakat iş yerime sokmazdım.
Genç yayıncılara paraya değil de işini en iyi şekilde yapmaya odaklanmalarını tavsiye ederim. İşini en iyi şekilde yaptığın zaman zaten para geliyor. Ama paraya odaklandığın zaman işini en iyi şekilde yapamazsın.
- Geçmişle ilgili, “iyi ki yapmışım” veya “keşke öyle değil de böyle yapsaydım” dediğiniz olaylar var mıdır?
Var, mesela iyi ki HASAD’ı kurmuşum. Himmet Kaygısız’ı, Abdullah Demirtola’yı, Tanfer Dinler’i, Hüsnü Çınar Aybak’ı, Prof. Dr. Eftal Düzyaman’ı, Prof. Dr. Ahmet Nedim Yüksel’i, Prof. Dr. İhsan Soysal’ı, Prof. Dr. Alper Önenç’i, Prof. Dr. Celal Er’i ve isimlerini sayamadığım daha nicelerini iyi ki tanımışım. Hep yapabileceğim şeylere kafa yordum. Zamanı geriye döndürmek mümkün olmadığı için keşke öyle değil de şöyle yapsaydım gibi konulara çok kafa yormuyorum. Ancak hak etmeyenlere verdiğim değer konusunda kendimi affedemiyorum.
- Türkiye’de tarım yayıncılığı sizce ne durumdadır? Yapılması gerekenler nelerdir? Bakanlık üzerine düşen görevi yeterince yerine getiriyor mu? Bakanlık, tarımsal yayıncılık konusunda daha fazla aktif hale nasıl getirilebilir?
Son üç dört yıldır sahadan uzak olduğum için bu konuda bir değerlendirme yapmayacağım. Ama şunu belirteyim ki Bakanlık hiçbir zaman üzerine düşeni yerine getirmedi. Bundan sonra da getireceğini sanmıyorum. Ben sahadayken Bakanlıkta çok değerli ve donanımlı elemanlar vardı. Bürokrasi ve siyasi iktidarların politikaları bunların elini kolunu bağlıyordu. Marifet iltifata tabidir. Bakanlıkta makale ve kitap yazanlar ödüllendirilmedikçe tarımsal yayıncılıkta aktif olunamaz.
- Hasad dergilerini ve HASAD YAYINCILIK’ı kapatma sebebiniz nedir?
Bunu HASAD BİTKİSEL ÜRETİM Dergisinin son sayısında yazdım. Yorgunluk, yalnızlık, biraz da küskünlük ve paylaşmak istemediğim sebepler…
- Şimdi neler yapıyorsunuz? Geldiğimiz noktada, 90 adet kitap, yüzlerce sayı dergi ile Türkiye’nin tarımsal bilgi merkezi haline gelen HASAD Yayıncılık’la ilgili hissiyatınız nedir?
İş dolayısıyla defalarca gittiğim, ama hiç gezemediğim yerleri geziyorum. Bolca yürüyorum. Tansiyonuma iyi geliyor. Bazıları gibi “Okuyorum” desem çok doğru olmaz. Günde iki gazete alıyorum, onlara bakıyorum. Kur’an-ı Kerim’in mealini okuyorum. Çok iyi geliyor. Bir ara anılarımı yazmayı düşündüm ama sonra vazgeçtim. Çünkü günümüzde insanlar artık böyle şeylere pek itibar etmiyorlar. Herkesin elinde bir telefon. Otobüste, metroda, televizyonlardaki tartışma programlarında, hatta Cumhurbaşkanı’nın, Bakanların konuşma yaptıkları salonun protokol bölümünde oturanlar da dâhil herkes konuşmacının söyledikleriyle değil de telefonlarıyla ilgili. Cumhurbaşkanı konuşuyor, en ön sırada Bakanı telefonunda mesajlarına. Yazacağım anılarımı insanların telefonlarına yükleyemeyeceğim için vaz geçtim. Çanakkale’nin Ezine ilçesinin sahilinde bir sitede küçük bir ev almıştım. Yazın kâh oradayım, kah Anadolu’nun bir köşesinde.
HASAD YAYINCILIK’la ilgili hissiyatım; “Baki kalan bu kubbede hoş bir sada.”
Ülkeme hizmet ettiğime, iyi ve doğru işler yaptığıma inanıyorum. Onun için huzurluyum. HASAD’ı kapattığım için beni eleştiren dostlara bazen espri olarak “Bu ülke tarımına herkes benim kadar hizmet ederse Türkiye uçar!” diyorum. Sözlerimi de bu espriyle tamamlamış olayım.
Röportaj: Mehmet Bilir
Türk Ziraat Haber Dergisi, Ocak 2020, Yıl:19, Sayı 53, s.16-19. Ankara.